وَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا تُقْسِطُوا فِى الْيَتَامٰى فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنٰى وَثُلٰثَ وَرُبَاعَ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ ذٰلِكَ اَدْنٰى اَلَّا تَعُولُوا
“Eğer yetâmâ/Ölen asabanın varisleri konusunda ölçü tutturamamaktan endişeleniyorsanız, huyunuza uyan hatununu ikişer, üçer ve dörder nikahlayınız. Dengeli davranamayacağınız korkusunu taşıyorsanız; sakın ha! Yalnız bir tane! Ya da âidiyetlerinizin sahip olduğunu… Bu davranış, geçindirememenize en uygun çözümdür” Nisa, 4/3.
Ayet-i kerimedeki مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ ve الْيَتَامٰى kimlerdir. Köleler mi? Asla! Caiyeler mi? Ne ilgisi var? Burada böyle bir anlam çıkarmak en azından tefsirde cinayettir. Peki ne anlam verelim? Bizim analitik tespitlerimize göre bu ayet-i kerimede ölen işsahibi ve yakın varislerine işveren asaba var. İkinci olarak o ölen asaba babanın işyerlerinde çalışan kendi akrabası/yetaması işçi aileleri var. Üçüncüsü ölen asabanın dul kalan النِّسَاءِ Nisa/hatunu veya hatunları var. Dördüncüsü de bu işveren, işçi ve dul kalan hatunların devlet adına sorumlusu, bugünlerde devlet denetçisi var.
Şimdi düşünelim ve analitik tefsir örneği verelim: Bu düzenlemenin çözümünde, oluşturulan öğeleri göz önüne alarak bilgileri ayrıştırırken sistematik düşünme biçimini yürütelim ve sonuca varalım; aşiretin içindeki bir işveren durumundaki asaba ölmüş ve geride hatun veya hatunları kalmış; bu eşler de asaba kapsamında düşünülür. Yetama veya ashab-ı feraizden değildir. Ölen kocasının mülküne ortaktır ve eğer serbest kalır da aşiret dışı bir evlilik tercih ederse, bu aşiretin bu ölen asabasına düşen mülkiyete varis olan yetama hak ihlaline uğrayacaktır.
Burada yetama dediğimiz, asabadan yetim/varislerin hak ihlallerini önlemek amacıyla dul annelerinin aşiret içi diğer asabalarla zoraki nikahlanmaları emredilmektedir. Ama yetamanın hak ihlali korkusu taşınmıyorsa, o köylerin kamu denetçisi aşiret dışı evliliğe izin verecektir.
İşte bizim bu analitik tefsir yöntemimizle ayette geçen مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ yani
Ölen asabanın tüm varislerini dillendirmektedir. Demek ki ölen asaba ve hatunları, işveren olmakta ve işçiler de bu anlamda köle kabul edilmektedir. Bana göre tüm bordro mahkumları kimin hesabına çalışıyorlarsa onun مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ köleleridir. Böylece bu ayeti kerimenin analitik tefsiri sonucu elde ettik ki Kur’anda iki sosyal sınıf bulunmaktadır:
a) Hanedan sınıf: Yönetici ve işadamı, işveren sınıf. Kan bağıyla birbirine başlı aşiretlerin karizmaya sahip babalarının oluşturduğu asaba sınıfı.
b) Asabanın içinde yer aldığı aşiret kan bağını taşıyan Yetama/yönetilen sınıfıdır. Devletin miri topraklarının kiracısıdır. Asker yetiştirir ve vergisini öder. Oyunu verir ve devlet bürokrasisinde ilk sırayı alır.
Aynı kan bağını taşıyan aşiretler birliği olan devletin yöneticisi asabalar, devlet bürokrasisini aynı kan bağını taşıyan ve vergisini ödeyen kendi akrabalarından yetenekliliğini ispatlamışların arasından seçecek ve yerinden yönetim gereği aşiret kan bağı bulunan aile bireylerinden seçileceklerdir. Devletin bu yüksek kademelerine kendi aşiretinin dışından kimseyi atamayacaklardır.
İslam’da kan bağının önemini şu ayet-i kerimedeki “genler bırakır” sözünden çıkarmaktayız:
“Kocalar için, anne-baba ve yakın akrabanın bıraktığı kalıtım genlerinin bir sosyal statü payı, hanımlar için de anne-baba ve yakın akrabalarının öyle bıraktıklarının bir sosyal statü payı var; daha doğrusu azına az ve çoğuna çok bir pay… Ama kabataslak bir statü payı olarak”… Nisa, 4/7.
Bu yedinci ayeti kerimede anne-baba ve yakın akrabaların yeni oluşacak ailenin koca ve karı adaylarına aşirete kadar varan genler ve soyaçekim kan bağı bırakmışlardır.
İşte 3. ayet-i kerimedeki varis/yetama için kan bağı gerekliliğini bu 7. ayet-i kerimeden çıkarmaktayız.
Osmanlı devlet yönetiminde, bu Kur’an devrim ilkelerine hiç uyulmamıştır. Kendi kan bağı olan aşiret bireylerini kendisi için tehlikeli görmüş, üst kademe devlet yetkililerini dıştan ve yabancı ülke vatandaşlarından devşirme yoluyla atamıştır. Böylece devletin tepesindekileri de yabancı ülke vatandaşlarından atamışlardır.
İşte alp/nöker ve cebeciler kendi kan bağı olan aşireti bireylerinden seçilmiş olarak getirmeleri gerekirken yabancılar arasından devşirme yöntemiyle atamışlar ve kendi aşiretlerine savaş açmışlardır ve kardeş katliyle aşiret kan bağı ilkesi savsaklanmıştır.
İki örnek, Alp/nökerlik ve cebecilik:
Alp/nöker Batı’da bir soylunun hizmetkarı ve silah arkadaş bağlılığı kılıç üzerine edilen yeminle gerçekleşir. 13. yüzyılda bu iki kavramla karşılaşmaktayız. Seferlerde ona eşlik eder. İlginç olan Neşri’nin aktardığı üzere, osman gazi ve köse mihal arasındaki ilişki bu sistemin en bilinen örneklerinden biridir.
Avrupa’daki şövalyelik kurumunun karşılığıdır. Nöker kelimesinin menşei Moğolcadan gelmektedir. Türkçe’de bu kelimenin karşılığı alp ‘tir. Gaziyan olarak da anılmışlardır. Aynı zamanda bahadır unvanını da taşırlardı. Kölelikten farklı olarak önderlerine kendi istekleriyle bağlılık yemini ederler ve ölene kadar yeminlerine sadık kalırlardı. Altınordu, Timurlular, Babür devleti, Anadolu Selçuklu, Karakoyunlular, Çağataylar ve Akkoyunlu devletinde nökerlik kurumu var olmuştur. Türk Moğol devlet geleneğinde her alp/nöker kurmay subay adayıydı ve sadakat gerektiren uç ve zor seferlere bu nökerler yollanırdı.
Oğul mu, Sahabe mi?
İşte bu ayet-i kerimelerden çıkarmak istediğim ana temayı aşağıdaki tarihi gerçekler anlatmaktadır:
Şah İsmail’in dedesi olan Şeyh Cüneyd, Oğuz boyları arasında “oğul mu önce gelir, yoksa sahabeler mi?” diyerek propaganda yapmaya başlar. Buradaki “oğul”; Oğuz boyları, Oğuz Han’ın çocukları yani Türkmen aşiretleridir. Sahabe ise; Osmanlı’nın devşirme sisteminden yetişen devlet görevlileridir.
Şeyh Cüneyd bu propaganda ile Osmanlı’nın kendi köklerini terk ettiğini, devşirme sistemi ile kozmopolit bir yapıya kavuşup, bir Türk devleti olmaktan çıktığını vurgulamaktadır.
Safevilerin isim atası Şeyh Safiüddin’in dördüncü kuşaktan halefi Şeyh Cüneyt, o zamanlar Diyarbekir’de hüküm süren Akkoyunlu Uzun Hasan’ın kızıyla evlenince, Safevi sülalesi ile Akkoyunlular hısım oldular. Şeyh Cüneyt, Uzun Hasan’ın kız kardeşiyle evlenmiştir. Safevi sülalesinin Türklerle kurduğu bu akrabalığın amacı, Anadolu içlerine kadar bir hakimiyet alanı açmaktı. Zaman içinde bir zamanlar Sünni-Kürt olan bu sülale, Alevi-Türkmenlerden etkilenecek ve de ilerleyen zamanlarda bütün ideolojisini bu etkileşim üzerine kuracaktı.
İşte görüldüğü gibi Hanedan Evliliği… Sonuçta aşiretler birliğine atılan ilk adımdır. Böylece bu ayet-i kerimenin ülkeler siyasi yapılanmasında nasıl rol aldığı anlaşılmaktadır.
Cüneyd, Karaman ülkesinden sonra Memlük Ülkesi Amanos dağlarında Türkmen beyleri ile sürekli temaslarda bulunur. Simavna kadısı Şeyh Bedreddin de adamlarıyla Şeyh Cüneyd’e katılmıştır.[1]
Erdebil Dergahı için Karakoyunlular destekli, amcası Şeyh Cafer ile post mücadelesi verir. Akkoyunlu Şeyh Cüneyd-Karakoyunlu Şeyh Cafer mücadelesinde Cüneyd, Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begim ile evlenir ve bu ittifak siyasi bir boyut kazanır.
Uzun Hasan’ın yanında önemli bir Türkmen ordusu toplar, Hristiyan Kafkas diyarına cihat düzenler. Ama Şeyh Cafer’ci Şirvanşahlar, Cüneyd’i arkadan vurur, yolda öldürür.
İşte görüldüğü gibi ayet-i kerimede önerilen aşiretlerarası kan bağı üzerinden Hanedanlık kurulamaz ve böyle bir evlilikten de söz edemeyiz.